İkizler o kadar süratli ilerliyordu ki temmuz ayına varır
varmaz adeta bir yengeç misali yan
yan yürümeye başladılar. Ardından aslanlar
gibi ağustos geldi derken buğdaylar başaklanmaya
başladı eylülî günlerde. Daha sonra ise
yaz ve kış aylarının arasında tabir-i caizse bir terazi vazifesinde olan o kasvetli ekim ayı geldi. Geldi ama hoş mu
geldi, orasını bilemem…
Kayıt işlemlerini halletmek gerçekten evliya sabrı
gerektiriyor şu bizim Yeditepe’de. Her şey için ayrı doküman lazımdır ve
bunları almak için de bankalardaki gibi bir makine yardımıyla numara almak
gereklidir. Lakin şöyle bir durum asla yadırganamaz ki o an işlem yapılan
numara ile aranızda en az yüz kişi vardır ve bundan dolayı sırada bir adım dahi
ilerleyemezsiniz. Bir kâğıt parçası yahu? Sanırım içeride muhtelif bitkisel
maddeleri hamur durumuna getirmek için uğraşmıyorlardır ya? İnsan okuduğu okulu
yerden yere vurur mu diye arkamdan konuşulanları duyar gibiyim. Hazan
mevsiminde hüsne ihtiyaç varken hüzne ne hacet değil mi? Fakat siz de benim
gibi birazdan olacaklar karşısında tabularınızı yıkmaya hazır olun.
Nefes almayı unuttuğum o binadan çıkar çıkmaz
okulumun hayranlık uyandıracak kampüsü beni çoktan pozitif kutbuma çevirmişti
bile. Az önce olumsuz adlandırdığım üniversitemi izninizle şöyle taçlandırayım.
Yeditepe Üniversitesi; doğanın bütün renklerine bürünmüş, her bir köşesi Selçuk
mimarisi ile tasarlanmış İstanbul’un en nezih eğitim kurumlarından biridir.
Uzun lafın kısası; -madem kısası vardı niye uzattın
yargınıza karşı en içten özrümle devam edeyim. Malî işlemleri tamamladıktan
sonra yurt kaydımı yapmak için okulun çamlığından geçerken derin düşünceler
içerisindeydim. Belki klasikleşmiş bir lakırdı olacak ama o an saadetimi
tanımlamayı beceremediğimden ve başka türlü de ifade edemeyeceğimi
zannettiğimden, içimden bir ses bana: “Artık sen de bir üniversitelisin, yıllarca
çalışıp hayalini kurduğun istikbalinin ilk safhasındasın” diyordu.
Yurt yolunda iç sesimle hoş bir sohbet eşliğinde
ilerliyordum. İlerliyordum dememe bakmayın siz; içimde kelebekler uçuşuyordu sanki
ve ben onları yakalayacak gibiydim neredeyse. Evet, bir tür mutluluk projesi
içinde olduğumu düşünmenizi istiyorum. Kuş cıvıltıları bana eşlik ederken
çamların gölgesinde serinledikten sonra nihayet yurduma varmıştım. Güvenlikten
elinde en sevdiği çikolatayı yemeyi bekleyen çocuğun sevinci misali bir
coşkuyla geçtim. Gerekli işlemleri tamamladıktan sonra odama geçmek için
asansörü çağırdım.
Sakın ahım şahım bir oda olarak sanmayın burayı!
Tipik otel odalarını gözünüzde canlandırmanızı istiyorum. Girişinde ufak bir banyo karşısında elbise
dolapları olan, iki yatak ve iki çalışma masasından ibaretti sadece. Aman Allah’ım! Yıllar burada nasıl geçecekti?
Bir de yurt görevlileri bu tip odaları “içe bakan” diye nitelendirmişti. Bu
yerde de nabza göre şerbet vermek bilinmiyor yahu.
Bu fikirleri kafamdan biraz olsun atıp, kendimle
barışık olabildiğim ilk saniye elimdeki bavulları amansızca yere fırlatarak
kendimi nasıl yatağa atmıştım görmeliydiniz. Yoğun düşüncelerimin birer kaygıya
dönmemesi için uğraşıyordum. Oysa doğanın kucağında yurda gelene kadar haddi
zatında ne kadar da tevazu içindeydim.
Kendimi hoş tutma seansımı devam ettirmek
istiyordum lakin saat gece yarısını geçiyordu.
Göz kapaklarım artık günün yorgunluğunu kaldıramaz haldeydi. İyi bir
uyku çekmeyi düşünüyordum zira ertesi gün işler yolunda gitmeliydi. Yelkovan
akrebi kovalamaya devam ederken ansızın uyuyakaldım; dudaklarımda bütün
olumsuzluklara rağmen anlamsız bir tebessümle…
EMİR YAKAMOZ
YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ
07.10.2013
0 yorum:
Yorum Gönder